A. Yağmur TUNALI

A. Yağmur TUNALI

[email protected]

Cengiz Aytmatov

15 Kasım 2017 - 15:06 - Güncelleme: 10 Haziran 2021 - 21:25

Konuya esastan girelim: En son verilecek hükmü baştan konuşalım. Sanatın genel ölçüleri, değer hükümleri, sırrını insanlık tarihinden söyler. Bunlar da on yılda, yirmi yılda, yüzyılda oluşacak cinsten değildir. Değişe değişe bugüne geldiği doğrudur. Ancak dikkat edilirse, değişen estetik özden ziyade varyasyonlardır. 
Halis sanatkârlar, bir iklim yaratırlar. Siz buna bir dünya yaratmak da diyebilirsiniz. Dünyası olan ve bu dünyasını muhataplarına taşıyan, ancak büyük yazar, büyük şair, büyük bestekâr, büyük hikâyeci- romancı olabilir. 
Peki Aytmatov, büyük bir sanatçı mıydı? 
Verilecek cevap nettir: Evet, bu soruyu utandıracak kadar büyüktü! 
Onu değerlendirmek için, şüphesiz, Manas Destanı’na, “akın” yani âşıklık geleneğine ve bozkır kültürüne bakmak gerekecektir. Çünkü, onun referans noktaları, bu unsurlarda gizlidir. Teknik olarak da,Dostoyevski‘nin, Tolstoy‘un çizgisine uzanan,muazzam bir yazış kültüründen geliyor. Hatta unutmayalım, Rusça yazmakla, tam da o geleneğe bağlanıyor. 
Burada hemen bir soru daha soralım: İyi ama bu kültür ortamından gelen binlerce şair, yazar, sinemacı,bestekâr var.. onlar niçin bir Aytmatov değiller? Bu sorunun cevabı da gayet açık: Bütün bu onlar, binler tutan sanatçılar, yazıcılar nesli, bir iklim yaratmak konusunda, Aytmatov kadar sihirli bir değneğe, sahip değillerdi. O müthiş ruh, o müthiş duyuş ve düşünüş, oradan hareketle de, bütün bunları içine alan bir yaratış ancak onda vardı. 
Buradan varacağımız yer onun yazıcılığının en çarpıcı tarafıdır.
Aytmatov‘un harikası bence şuradadır: Bilhassa edebiyatta, dar bir mekân ve dar bir kadro içinden dünyayı kucaklayacak eser çıkarmak çok zordur. Aytmatov‘un doğduğu yer bir köy. Talas‘ın Şeker Köyü.Bırakalım Şeker Köyü‘nü, şimdi bile yarısı itibariyle Kırgızistan, neredeyse, modern hayatın çok da yerleşmediği, tam olarak benimsenmediği bir eski zamanda yaşıyor. Mesela, o bölgeyle ilgili tarihî bir film çekmek isteseniz,yeni plato kurmanız gerekmeyebilir. Son derecede tabii bir mekânda çalışırsınız. Yüksek yerlerde, eski hayat hemen bütünüyle korunur. Bazılarına sadece elektrik gelmiştir. Dağlarda o da yoktur. Bütün bir hayat, 100 yıl öncesinde olduğu gibi yurt denilen şahane çadırlarda geçirilir. Kılık kıyafet bile eskiyi hatırlatır. Sadece malzeme yenidir.

Böyle, yer yer arkaik çizgiler taşıyan bir memlekette, orada doğup yaşayan birinin dünyaya açılması şaşılacak şeydir. Oradan dünya ölçeğinde eser çıkarmak, zor değil, hatta imkânsıza yakın, mucizeli bir iştir.
Kırgızistan’a her gidişimde,Aytmatov‘u her okuyuşumda ve her görüşümde, bu çarpıcı düşüncelerden kurtulamamışımdır.
Mesela, ben de Aytmatov gibi, taşradan da öte adeta kenarda kalmış bir Anadolu kasabasında doğdum. Bunun için, küçük bir yerde doğmanın ne demek olduğunu yaşayarak bilenlerden sayılabilirim. Şehre uzaklığın ve şehir kültürüyle geç tanışmanın telafisinin ne kadar zor olduğunu bilenler bilir. Bugün o taşra kültüründen gelen ve büyük ölçüde o değerlerle yetinenlerin devlet yönetmeye talip olmasıyla ortaya çıkan dengesizliği ve bocalayan toplum manzarasını, ülke olarak yaşıyoruz.
Konuya dönersek: Benim doğduğum Kayseri‘nin Yahyalısında, olsa olsa,yediliklerle destan söyleyen bir şair olunabilirdi. Buradan, Faruk Nafiz çizgisine yakın bir şiire geçilebilirse bu büyük bir sıçramadır. Bugün için değil tabii, o yaş grubu için söylüyorum. Ama, bir Yahya Kemal olmak için, o gün de bugün de olağanüstü şartlar gerekir.
Bu örneği maksatlı verdim. Atymatov, Yahya Kemal seviyesinde büyük bir sanatkâr olmayabilir, ama o cinsten, o mayadan bir sanatkârdır. Romanda, bir Tolstoy, bir Balzac bir Dosto.. değilse de, Turgenyevve Gorki çizgisinde denilebilecek bir sanatkârdır. Üstelik devir farkı düşünülürse, daha büyük bir ruh olduğu söylenebilir. Çünkü bugün, artık herkes kabul eder ki, insanlığın sanat ve mana derinliği epeyce yufkalaştı. Onlar bu devirde yaşasalar, bir Aytmatov olabilecekleri çok şüpheliydi. Bir de o açıdan bakmak suretiyle değerlendirmek gerek…

Yahya Kemal deyince, ikisi arasında gördüğüm bir benzerliğe de işaret etmeliyim. Yahya Kemal, bir destan şairiydi ve destan şairliğinde, yalnız kendine mahsus bir tarz ve üslup yaratmıştı. Yani, bir dünya ve iklim kuran sanatkârdı. Aytmatov da, bir bakıma destan yazarıdır. Her destânî yazıcıda biraz değil epeycemasalsı bir hava vardır. Daha yakışan bir ifadeyle, bu türden yazıcılar, biraz efsane söyler gibidirler. Bu cinsin en halis yazıcılarından olan Cengiz Ata‘ya, kolayına çağdaş bir Manasçı denemez tabii; amaManas iklimini çağa taşıyan, Manas‘ın romana yansıyan yüzünü yakalayan, adeta yeniden yaratarak duyuran bir sanatkâr olduğu şüphe götürmez. Eserlerinin adlarına bakınız: Bizdeki tercümeleri, bilhassa pek şiirlidir ve bu masal havasını duyururlar. Kopar Zincirlerini Gülsarı, Cengiz Hanın Bisikleti, Gün Uzar Asra bedel, adı bile güzel Cemile gibi.

Aytmatov‘la ilgili olarak söylenebilecek, daha genel ve tartışılmayacak kadar açık bir fikir galiba şudur: Folklorik unsurları dünya kültürü seviyesine taşıyan bir yaratıcıdır. Folklörü, yüksek sanat seviyesinde malzeme olarak değerlendiren, dönüştürücü ve yol açıcı bir yazardır. Dünya edebiyatına semboller sunan bir yazar olarak, öncüler safındadır.
“Mankurt“, insanlığın geleceğinde,”don kişot” kadar derin izler bırakacak ve bir dünya mirasına dönüşecektir. George Orwell‘in 1984‘ü, soğuk savaş yıllarının, bu türden sembollerle yüklü eseriydi ve bir devirde bir kesiti ifade etmek bakımından şüphesiz kalıcılık taşır. Aytmatov‘un “mankurt“u, daha evrensel bir durumu, uzun asırlar boyu zenginleştirilerek kullanılacak bir sembolü ifade eder. Beyni yıkanarak, annesini öldürecek kadar kendisine yabancılaşan ve bir robota dönüşen oğul, ancak kurgu bilim yazıcılığında, bir uzay motifi olarak yer alabilir. Bir özel operasyonu anlatmak bakımından enteresan bulunabilecek bu hal, Aytmatov‘un mankurt‘uyla aynı değildir. Mankurtlaşma, ferdi aşarak topluma yayılan bir kendinden uzaklaşma halidir ve şüphesiz çağın imkânlarıyla birleşince muazzam bir silah olarak kurgulanabilir. Sovyet döneminde, çok olmak üzere, bu halin büyük küçük pek çok örneği dün yaşanmış ve bugün de yaşanmaktadır. Uzun tahlillere konu olacak şahane bir buluş olarak mankurt vemankurtlaşma, geleceğin edebiyat tarihleri yanında, psikoloji ve sosyolojisinde de kuvvetli ifadelerle yer alacaktır, demek, herhalde kehanet olmayacaktır.
Cengiz Aytmatov‘un dünyasını veren şifrelerde biraz daha duralım.
O’nun perspektifinde, atın başlı başına bir değer olduğu görülür. Atlı birulaşım kültüründe yaşayan, şırıl şırıl pınarlar, akarsular, nehirler, başı karlı ve dumanlı dağlar, yamaçlarda otlayan hayvanlar, kayalarda oynayan, çimlerde koşuşan çocuklar, orada burada gözü daima onlara doğruve onlarla hayatını parantezleyen insanlar vardır. Bu tipik bir bozkır manzarasıdır ve dar bir hayattır. Tekrar be tekrar, bu hayattan yüksek bir edebi eser çıkarmanın zorluğu üzerinde düşünmenizi isterim.
Aytmatov, elbette Rusya‘nın ve Rusça‘nın büyük roman tecrübesini tam olarak edindi. Ve b u tecrübede, kendi yazarlığına, doğduğu toprakları zemin olarak aldı. Bu büyük bir riskti. Ama aynı zamanda büyük bir imkândı. Çünkü, hiç girilmemiş, bâkir bir dünyayı yazı âlemine sunacaktı.Büyük imkan ve fırsatlar taşımasına rağmen zorluğu daha ağırdı: Çünkü, bir köy veya kır ikliminde insan ilişkileri, tabiat ilişkileri nasıl çeşitlendirilebilir? Orada insanlar, belki bin kelimeyle konuşur, bin beş yüz-iki bin kelimeyle hayatlarını devam ettirirler. Roman için bu dar vokabüler, bu dar söz dağarcığı yeter mi? İnsan ilişkileri,kırdan, eve, ahırdan tarlaya, bağdan bahçeye bir monotonluk arzedebilir.Öyledir de.İniş çıkışları da kendi içinde ve epeyce dar bir çerçevededir. Sade bir çevrenin, sade bir ilişkiler ağının, sade bir hayatı üzerinde yaratılan gerilimler de o dar ölçüde olacaktır.
O halde,bu imkânı fırsata dönüştürmenin bir yolu kalıyor: –Aytmatov‘un yaptığını söylemeye çalışıyorum-hem benimsenen, hem yaşanan ve iliklerine kadar işleyen bu dar hayata, hem içerden hem de dışardan bakabilmek. Aytmatov‘un sırrı bence buradadır. Elbette, o “Sadece Kırgızistan Hayatı“nın destanını söylemiştir. Elbette, içerden bir bakışla, delice severek ve isteyerek bunu yapmıştır. Fakat, şaşılacak bir objektif görüşle, bir dünyalı sanatkâr nasıl bakarsa öyle de bakmış ve herkes için sihirli bir âlem yaratmıştır.

Bunun üzerinde durmak lazım. Yoksa, Aytmatov‘u bir köy ve kır iklimine hapsetmek tehlikesi vardır. O, dünyanın okuyup beğendiği bir Türktür. Dünyayı saran bu havayı yaratan adam, genel geçer ölçülere göre okuyucusunu bulmuş, her din ve dil mensubuna hitab edecek bir insani çizgiyi yakalamıştır. Bu noktayı asla hatırdan çıkarmamak lazımdır
Bunu özellikle şunun için söylüyorum: Ölümünden sonra yapılan yayınlarda böyle bir sığlık sezdim. Doğrusu pek üzüldüm.
Bu tavır, Aytmatov‘un hayatında da gördüğümüz bize mahsus eksiklik, hatta daha ilerisini de söyleyeyim, bir görgüsüzlüktü. Bu yayınlarda, Aytmatov‘un kim olduğu, ne olduğu, Kırgızistan ve Türklük için ne ifade ettiği pek üzerinde düşünülen bir husus olmamıştır. Durulsa da asıl maksada fon teşkil etmesi sağlanmıştır. Günümüz dindarlığının şekilden öze geçememesi kadar sıkıntılı bir durumdur. Sadece, onun pozisyonundan faydalanmayı düşünen falan veya filan kuruluş veya dernek veya topluluğun hesapları için bir şeyler yapılmıştır. Bu benim açımdan bakılınca, tehlikeli bir durumdur. Çünkü biz, değer üretmek yerine değer üretenler üzerinden prim yapmayı tercih edenleri ayıklayacak bir dikkati kaybettik.
Mesela, bu türden olmak üzere seksene merdiven dayayan bu dev sanatkâr, saatler süren okul faaliyetlerinde, entelektüel değer taşımayangrup yemeklerinde, manasız ödül törenlerinde yorulmuştur.Issık Göl Forumu‘ylayeni dünyanın şekillenmesinin fikrî temelleriyle uğraşan ,bukadar büyük düşünen adam,-dilim varmıyor ama-, istismar edilmiştir. Issık Göl Forumu, onun adıyla anılacak bir büyük aydın hareketidir. Bu hareketin saikleri de ilerde incelenecek ve orada, sovyet dünyasının dışındaki dünyayı anlamaya başladığı görülecektir.
Hal böyleyken, şaşılacak şeydir ki, vefatını müteakıb, onun adını anarak, prim elde etmek isteyenler ortalığı sarmıştır. Bu vesileyle bazı programlarda, nefes aldırıcı yorumlarıyla, Prof. Turan Yazgan Hocagibi onu en iyi anlayacak ve anlatacak bir serdengeçti de, Nevzat Kösoğlu gibi bir bilge kişilik de göründü. Doğru isimler ve doğru yayınlar arada çıksa da, genel hava pek de iç açıcı değildi. Türkiye’de yapılan yayınlarda, şaşılacak bir sahiplenme gayreti sezilen, dar bakışlı programlar görüldü.Bu çok acı bir durumdur ve bizim sıkıntımızdır.
Aslında, bu durum, Aytmatov‘un hayatının son yıllarını da anlatır gibidir. Son on beş yılda, muhakkak çok daha başka ve hür bir ortamda yazacakları vardı. Nedense, çevrenin buna fırsat vermediğini düşünmekten kendimi alamam. Esasen, o da sağlığında,bu tarz taleplere cevap verecek kadar ilgili davranmıştır. Başka türlü davranması kolay da değildi. Esreleri her yerde okunuyordu; ancak dünyaya ve Türkiye’ye konuşarak görüşerek açılma fırsatı yeni doğmuştu. Tavır koyamamıştır, hatta koymamıştır. Bu sebeble, istismara açık bir durum yarattığı bile söylenebilir.
Sanıyorum, bunu sadece Türkiye ve Türklükle ilgili olarak yapıyordu.Türkiye ve Türklükle ilgili taleplerde böyle bir açık çek söz konusuydu. Çünkü Aytmatov, Türkiye’ye çok önem verirdi. Sovyet döneminde bile böyle olduğunu biliyorum. Kendisiyle konuşmalarımızda, bunu çok açık ifade ederdi. Bu, Aytmatovtarafından, Türkiye’nin Türklüğün istikbalinde oynayacağı role verilen değerin çok belli ve bu sebebten çok müsamahalı bir işaretiydi.
Hatırlıyorum, onu ilk olarak, 1992’de İlesam adına verdiğimiz Türk Dünyası Ödülü için geldiğinde yakından görmüş, dinlemiş, insan ve sanatkâr kişiliğinde anlamaya çalışmıştım. O ödül töreninde yaptığı konuşma, arşivlerden çıkarılıp yayınlanmalıdır. Aynı yönetim kurulunda bulunduğumuz Prof. İskender Öksüz‘leendişe etmiştik: “Ya Rusça konuşursa..“Bu endişeyi haklı çıkaracak iki sebeb vardı: Rusçayazıyordu ve Kırgızistan Türkçesini de pek iyi bilmediği söyleniyordu. Ayrıca, o sırada, dağılan Sovyetler Birliği yerine kurulan ve statüsü netleşmeyen Bağımsız Devletler Topluluğu’nun Lüksemburg Büyükelçisiydi. Cengiz Aytmatov, kürsüye çıkıp Türkçe (Pek tabii Kırgızistan lehçesi ağırlıklı) konuşmaya başlayınca rahat bir nefes aldık. Nereye ve niçin geldiğinin tam şuurunda bir sanatkâr ve düşünür portresi çizmişti.
Konuşması, sanki Akademi Fransez üyeliğine kabul töreninde verilen nutuklar gibiydi. Sadece onlardan kısaydı. Muhteşemdi ve ihtişamında bir dünya ve bir Türklük istikbali çizmeye çalışıyordu.
Böyle birkaç konuşmasını daha hatırlarım, Biri Bişkek‘te kendisine Manas Üniversitesi‘nce verilen Doktoramünasebetiyle verdiği nutuk, diğeri Issık Gölde, Isık Göl Forumu‘nun sadece forum üyelerinin katıldığı uluslararası yuvarlak masa toplantısında yaptığı konuşmaydı. Her ikisinde de salondaydım. Bu konuşmalar, aynen romanlarında olduğu gibi, sadece Kırgızistan için veya sadece Türklük için söylenmiş değildi. Dünyaya hitab ettiğini bilen bir sanatkâr sezgisi, dünyayı saran bir felsefi derinlikle buluşuyordu. Biz böyle bir adamı anmak ve anlamak durumundayız. Her birimiz, kendi dar dünyamıza alarak ve kendimizi meşrulaştıracak bir fırsat penceresi olarak görerek, yazar, konuşur, davranırsak, emin olunuz yazık ederiz.
Vefatından sonra yapılan televizyon konuşmaları ve yazılmış yazılar içinde elbette çok iyi olanları da vardı. Söylediklerim, öne çıkan ve çıkarılanlardı ve iyi bir psikolojiyi göstermemek yanında, muhtevalı da değillerdi.
Burada bir hakkı teslim etmeyi ihmal etmemeliyim: Bir taşra dergisinin yaptığı özel sayı, gördüklerimin en iyisiydi. Elazığ’da, yıllardır bir sanat çevresini diri tutan, Hazar Şiir Akşamları kadar, Külliye dergisi’dir.(Külliye, 34. Sayı, 2007-2008, Aralık, Ocak, Mart )
Cengiz Aytmatov‘a verdikleri ödül dolayısıyle şehre gelişini imkânları ölçüsünde en güzel şekilde değerlendirdiklerini düşünüyorum. Derginin özel sayısı, yürütülen faaliyetler arasında parıl parıl parlıyor. Kendisiyle yapılmış bir kısa röportaj da var. Sanırım, verdiği en son mülakat bu değilse de sonunculardandır.
İlk soru ve cevabı pek çarpıcı:
–Millî duygular barındıran eserleriniz 154 dile çevrilerek bütün dünyada okunuyor, beğeniliyor. Bunu nasıl başardınız?
–Bu amaç edindiğim bir şey değil. Eserlerimi içimden geldiği gibi yazdım. İnsanın inançları ve dünyaya bakışı çok önemli. İnsan, art niyetsiz, tabii, içten olursa insanlar onu takib ediyor.
Türk Dünyasının birliği üzerine de sorular sorulmuş. Verdiği cevap şu:
–Yenidünyanın gereklerine göre, tarihini, kimliğini unutmadan bir araya gelmeli. Zamanın bizden beklentisine göre bu birlikteliği gerçekleştirmeliyiz.
Bunun için de televizyon, radyo, sinema, tiyatro ve başka kültürel alanlarda yapılacak çalışmaları olmazsa olmazlar arasında görüyor. Özellikle dramayı (sinema, tiyatro) önemsiyor.

Batı dünyasındaki kültürel akışa dikkat çekiyor ki, işin belki de özü budur. Çünkü, bir ortak kültür zemininde kendi renklerini devamlı birbirlerine aktarıyorlar ve zenginleşiyorlar. Toplumun müştereklerini onlarla sağlıyorlar.

Aytmatov‘un bu noktada dikkate getirdiği önemli nokta “kendimiz olmak“. Kendimiz olmanın yollarını da batıya bakarak anlayabiliriz demek istiyor. Ve ekliyor: “Gelecek, kendi özüne sahip çıkanlarındır.”

Bu bilinen bir şeydir denebilir. Evet öyledir. Ama böyle bir büyük dünya yazarı tarafından ve bu kuvvette söylenmesi mühimdir. Aslında,”öz”e dikkat çekmesi, o özü yazan ve okutan bir yazıcı için tabii bir şeydir.

Aytmatov, Türkiye‘yi ve bütün Türkleri seven bir gönülle yaşadı. Her anlayıştan Türk, onda kendisi için bir yakınlık ifadesi bulabilir. Çünkü, o gerçekten Türksever bir adamdı.

Böyle söylediğime bakarak, Aytmatov‘un bildiğimiz manada bir Türkçü -Turancı olduğunu düşünmeyiniz. “Hiç şüphesiz öyleydi” denmesine de itiraz edemem; yalnız, bilinen manada değildi. Türkler tarafından yapılan, her türlü gerekli gereksiz, uygun veya uygunsuz davetlere ve ödüllere müsbet cevap vermesinde de görürüz. Türklüğe nisbet, bu teklifleri kabul eder ve hatta bazılarına katlanırdı. Bu “katlanma”yı özellikle ve üstüne basa basa söylüyorum. Bu bir gerçek, ama bir noktanın da üstüne basa basa söylenmesi lazım: O’nun slogan bağırdığı hiç görülmemiştir. Özel sohbetlerinde bile ölçülü bir dil kullanırdı. Hep işe dönük düşünürdü. “Ne yapmalı?”derdi. Galiba en çok sorduğu soru bu idi. Sloganlardan bunalmış bir sovyet vatandaşı olarak, yeni tip karşı sloganlara da itibar etmediğini net olarak söyleyebilirim.

Eserlerinde de böyle bir açıkça karşı duruş sloganı görülmez. Ama, o kendi milletinin hayatını fon alarak yazdığı destansı şiiriyet taşıyan harikulade eserlerde slogan yerine hayatlar kurmayı tercih etti. Bunun için dünyaya ulaştı, bunun için bütün dünya, onu sevdi, benimsedi.

Maalesef, bir Nobel alamadı, diyenler oldu. Bence Nobel‘e uygun bir yazar değildi. Türktü ve Türk hayatını veriyordu, sanatçı muhalefeti, yaptığı muazzam yazı ihtilali Nobel ölçülerine bazı bakımlardan uymuyordu. Fikir ve sanat adına muazzam işti. Üstelik, Milletine kem söz etmeyi asla düşünemezdi. Sovyet’e karşı gelmesi de zaten geçmişe karşı don kişotluk olurdu. Cengiz Aytmatov çapında bir adam, bu don kişotluğu benimsemiş olamazdı.

Yeri gelmişken söyleyeyim, şaşılacak kadar realist bir tarafı vardı. Hatta sanatta bile. Zaten bu kadar realist bir tavır benimsemeseydi, bugüne kadar, şaşılacak badireleri atlatarak gelemezdi.

Ama, şunu bir temenni olarak değil, bir inanç olarak söyleyebilirim: Nobel alanlar unutulacak, fakat Cengiz Aytmatov ismi uzun asırlar boyunca yaşayacaktır. Uçsuz bucaksız dağların ardında bu ışık var: Eminim!

Bizden sonraki nesiller bunu görecekler: Eminim. Aziz, Cengiz Ata‘mız eminim o gerçek dünyadan, kendi yarattığı bu dünyanın akislerini de seyredecek.

 

 

Reklam