Kalabalıklar günlük yaşar. Davranışları büyük ölçüde yeme-içme-barınma ve güvenliğe bağlı şekillenir. İnanış alanına da böyle 'pratik' bakarlar. Kolay cennetler peşindedirler. Din simsarı bunları bilir. Kendince anladığını din sayar ve kendini tanrı yerine koymaktan çekinmez. "Hüküm Allah'ındır" derken ona ben karar veririm demek ister. Yığını, yasakların sopasıyla istediği yere getirir. Cehennem zebanisi büyük yardımcısıdır. Korkutur, ürkütür ve "Aman beni kurtar!" denmesini sağlayıncaya kadar sıkıştırır. Sonrası kolaydır. Korkutulan, arada bir ağzına bir parmak bal hayali çalınan zavallı dindar, eli mahkûm müşteridir. Simsarın bir işaretiyle istediği yöne akar. Artık soygunun bini bir paradır.
Bu konuya devam edişimin sebebi, kök meselemiz oluşudur. Türkiye ve İslam âlemi buradan çıkamazsa gideceği yer yoktur. Dini, bezirgânlar ele geçirmişler. Evet ele geçirmişler ve despot bir işgalci-istilacı gibi keyiflerince ensemizde boza pişirmeye kalkıyorlar. Koro halinde veya yalnız olmaları fark etmiyor, Allah adına konuşuyorlar. Allah böyle der diyorlar, Din budur diyorlar.
Gerçek öyle mi?
Tâliban'ın, IŞİD'in, bizdeki bin bir cemaatin, tarikat görünüşlü bin bir ocağın dinle ilgisi olsaydı bu kadar rezil durumda olur muyduk? Herkes sadece birbirini boğazlamıyor, neyi varsa iç etmek için uğraşıyor. Din adına kurulan tam bir yağma düzeni. Biz de kanıyoruz. Bâdelemek için aile boyu sıraya dizenleri görüyor, yine düşünmüyoruz. Neyzen Tevfik olsa bu mide ve uçkur dininin maddesine manasına sövmekle kalmazdı. Bizim yapabileceğimiz yalnızca bildirmek ve düşünmeye davetten ibaret.
Siyasetin günlük akışına uzağım. Fakat dedikleri, yapıp ettikleri meselemdir. Hangi güdüyle(sâikle) hareket ettiklerini anlamaya çalışmak aydının işidir. Yukarda verdiğim din üzerinden yürümelerin yeni versiyonlarının elimizi ayağımızı bağladığını söylemek için şu veya bu alanda uzman olmaya gerek yoktur. Din denizinde yüzer görünenin battığı ve hepimizi batırmak için uğraştığı insanlığın yaşadıklarından bellidir. Türk Tarihi, bu derde bin yıl içinde adım adım boğuldu. Bilenler, keşke bize bunun kronolojisini de çıkarsalar.
Çok düşündüğüm ve fikirlerimi test ettiğim için bunları söylemekte zerrece tereddüt etmiyorum. Görmediğimiz aslında görünen köydür.
Örnek binlerce
Fikir söylüyorum ama az örnek veriyorum. Doğru yapmıyorum. Örnekle konuşmak iyidir. Bakınız birisi nass dedi, kimse ağzını açamıyor. Diyenin unvanı önemli değil, burada ilkeler önemli ve hepimiz o birisiyiz. O dedi diye susmak sanki emir haline geliyor. Kanuna nizama rağmen bu yapılıyor ve biz kanuna nizama rağmen susuyoruz. Konuşan birkaç kişiyi dinletmemek için de ne lazımsa yapılıyor. Hâlbuki her ne olursa olsun konuşulacak bir meseledir. Yumurta hayli zamandır kapıdadır. Geçenlerde bir ilahiyatçı dostuma, "Nass diyenlerin, daha nass derken nasları apaçık çiğnediğini hadi konuşun da göreyim!" dedim. "Ayrıca devlet adamı, kendine göre yorumlasın yorumlamasın, nassı devlet işlerinde konuşabilir mi?" dedim. "Devletin dini adalet mi? Yoksa din simsarlığı devletin dini mi?" demeyi de ihmal etmedim. Vahamet böyle çok yönlü vuruyor. Faize karşı çıkanlar asrın faizcisi olduğu halde nass deyip sizi susturuyorlarsa kabahati sadece onlarda aramak olmaz. Bildiği halde korkan, susan belki daha büyük hata ediyor. Suçu kendimizde ararsak, bu da iyi bir başlangıç olur.
Biz böyle değildik
Düşündürmek istediğim husus açık: Kabaca anlattığım bu din bezirgânlığını Türk inanış geleneğinde görmeyiz. Evet, bizim asli karakterimiz bu oyunbazlığı bilmez. Orhun Âbideleri'nden yansıyanlar iyisiyle kötüsüyle Türk'ü veren muazzam bir karakter senedidir. İslam öncesi özelliklerimize ve ilk Müslümanlık dönemlerimizin anlayış ve uygulamalarına bakınca Türk'ün bu sahtelikten uzaklığı, temizliği apaçık görülür. Bozulma, sonradan, din adıyla Arap'tan Fars'tan gelenlerledir. Bağımsız(objektif) ve soğukkanlı bir değerlendirmeyle söyleneceklerin özü budur. Bugünün anlayış ve kurumlarına(cemevleri-cemaatler-tarikatler) ayrıca bakmak lazımdır. Gerekirse o hususta düşündüklerimi de söyleyeceğim.
Alevi-Bektâşî anlayışı Türk'ün köklerine yakın duruyor. Bu açıktır. Nitekim tasavvuf hareketleri de bu kök üzerinde gelişmişlerdir. Anlayacağımız mesele, Türk İnanış Geleneği üzerinde yürütülen değiştirme hamlelerinin nereden ve nasıl geldiğidir. Müslümanlığa giren Türk, Abbasi hâkimiyetinden hemen sonra Selçuklu ile başa geçince konar göçerliğin alışkanlıklarıyla kendisi gibi davrandı. Ordu ve idare gücü kendisindeydi. Herkesi idaresinde çalıştırabilirdi. Bu özgüveni vardı. Hazır bulduğu bürokrasiyi ve bazı kurumları aldı. Bilenler, din algımızdaki ve anlayışımızdaki bozulmanın o aldıklarımızı tam dönüştüremeyişimizle başladığını söylüyorlar.
Osmanlı tecrübesi iyileştirmelerle beraber bozulmayı da hızlandırdı. Biz dünya egemenliğine yürürken şehid olanlar içinde din bezirgânları yoktur. Askerlikten muaf ulema sınıfı içinde semiren Kadızâdeliler ve benzerleri kozalarını örmekte devam ettiler. Yüzyıllar boyu içerde de onlarla uğraştık. Enerjimizin çoğunu aldılar. Osmanlı, her şeye rağmen son asırlara kadar bunlara yenilmedi. Bunu göreceğiz. Bilenlerden, mesela Prof. Dr. Hüseyin Atay'dan, mesela Prof. Dr. E. Ruhi Fığlalı'dan ve onlar gibi çok sayıda bilginimizden-düşünürümüzden okumanızı ve dinlemenizi isterim.
Din bu değildir ve biz de böyle değildik.
FACEBOOK YORUMLAR