Büyük kültürler büyük milletleri, büyük milletler büyük devletleri yaratır. Biz onlardanız. Bilimi, bilgiyi yücelten bir anlayış ancak büyük kültürlerde olur. Tarihe bakınca göreceğimiz ölçülerden biri budur ve istisnası neredeyse yoktur. İstisna gibi görülen örneği düşünelim: Cengiz ordularının Asya bozkırlarından Avrupa içlerine ilerleyişini kılıç ve bilek gücünden ibaret bir başarı zannetmenin mantığı, manası yoktur. Savaş sanatı kadar, yüzbinleri at üstünde binlerce kilometre yürütmek de birçok alanda yüksek bilgiyi gerektirir. Bu orduların lojistiği (levazım) çeşitli alanlarda ileri uzmanlıklar olmadan sağlanamaz.
Bilginin merkezleştiği üniversitelerin (bizdeki yüksek medreseler) durumları, her yerde ve her zaman özeldir. Osmanlı sahasını biliyoruz. Kalemiyye (Ulema) bir özel sınıftır. Fatih'ten itibaren imtiyazları artarak devam eder. Çünkü ilim, çadırın orta direğidir. Ulemâ iyiyken yükselişimiz sağlamdır. Düşüşe geçişimizde, bilgiye verilen değerin azalması ve buna bağlı sistem bozulmaları rol oynar. Liyakat ve ehliyete dayanan bürokrasi okumuşlarla bozulur. Başımıza gelen her belanın altında da ulemâ tâifesi vardır. Meseleye bu genişlikten bakınca olanı biteni anlamaya pencere açılır.
Üniversite hür fikrin zaptedilemez kalesidir derler. Bugünün Türkiyesinde Üniversite'nin ne demek olduğunu tam bildiğimizi zannetmiyorum. Modern çağlardan önce, orta zamanların zihniyetinde bile bugünden ileri durumları görürüz. Büyük filozoflar yetiştirdiğimiz dönemlerin bilim hayatı zirvelerdedir. Orada âlimler, kendilerini koruyan kollayanlar da dâhil kimsenin emriyle hareket ederek görüş bildirmezler. Doğruların peşindedirler. Bilginin gücü, iyiye, doğruya güzele yöneltir. Şaşmaz bir adaleti gözetirler. Temel ilkelerden biri güce tapmamaktır. Bilimin ve bir dönemin ruhunu veren ana fikirler bunlardır.
Gücün emrine girmemek
Ebû Hanîfe'nin, Hârun Reşid gibi büyük bir Emir'e, "Sen istediğin için şu binanın pencerelerini bile saymam." dediği rivayet edilir. Bu masum işi bile saraya yaltaklanma sayar. Düşünce hürriyetinin böyle bir toz zerresiyle bile lekeleneceğini söylemek ister.
Akşemseddin'in Fatih'in "mürid"lik talebine cevabı muhteşemdir: "Hünkârım, siz devlet yöneteceksiniz, halkı mutlu edeceksiniz, padişahlara gereken budur" der. Aynı Fatih'in, devrinin en önemli medreselerini kuruşunda da şahane örnekler vardır. Fatih Vakfiyesi'ni bir okuyun. Öğrencilerin her ihtiyaçları görüldükten başka ayrıca harçlık da verileceği yazılıdır. Yanlış hatırlamıyorsam, 2.5 akçe gibi bir rakamdı. Gerekçesi de belirtilir: "Öğrenmek dışında hiçbir eksikleri olmasın!"
Fatih'in yedi dil bildiği ve ilme merakı bilinir. Dünyanın en büyük devletinin başındaki bu büyük adam, kendi kurduğu Sahn-ı Seman'da bir oda (hücre) ister. Ne cevap verildiğini bugün yaşadıklarımıza bakarak katiyyen tahmin edemezsiniz. Medreselerinin rektörü diyebileceğimiz Hoca, "Buraya imtihansız talebe alamayız Hünkârım!" der. İmtihana girer, kazanır ve öylece bir oda sahibi olur. Osmanlı'nın bozulma öncesi dönemlerinde Padişahlar kurallara uymam diyemezlerdi.
1933'te Atatürk'ün tavrını da vermek isterim. Üniversite Reformu için İsviçreli Albert Malche görevlendirilir. Dârülfünun ve diğer yüksekokul hocalarının yeni sistemde devam edebilmeleri için objektif ölçüler konmuştur. Atatürk'ün tavrının ne olacağı merak edilirken beklenen cevap gelir: "En yakınlarım dahi olsa bu kıstaslara uymayanları almayınız!"
Ya şimdi?
Konuyu üniversite dışından takip eden bir kişi sıfatıyla şu kadarını söyleyeyim: Bu başlangıç ilkelerine uyulmadı. Sistemi boza değiştire bugüne geldik. Yaz bozla üniversite anlayışı edinilmez. Kuralları değişken, geleneksiz yerlerde zihinler rahat değildir. Ölçüler oluşmaz, yerleşmez, bilim ve bilgi değer olmaktan çıkar, hür düşünce boğulur ve dışardan müdahaleler başlar.
Boğaziçi örneğinde gördüğümüz, dibe vuruşu haber veren bir çığlıktır. Bozulmayı geçmiş, kişiye bağlı bir keyfîliğe gelmiştik. Objektif bilgi, ilim-fikir düşünülmeyen bir ideolojik kıskacın istila anlayışıyla bir yere varılamayacağı kesindi. Sadece üniversite kapısının değil, bilimin, hür düşüncenin kelepçeleneceği bir kara cehalete gün doğmuştu.
Feci görüntüler peş peşe geldi. Nerede yanlış yapıyoruz diye düşünmesi beklenenler gözümüze bir iğne daha batırdılar. Medyaya yansıyan bir fotoğrafı kastediyorum. Yanlışı, yıkımı bilerek yapmanın resmiydi. Türklüğün geleceğine kasteden, tahrip gücü yüksek bir bomba gibi hissettim. O kadar ağır ve acı. Fotograf şu: Boğaziçi eylemleri sırasında bir parti genel başkan yardımcısını koltuğuna oturtarak, ayakta rapor veren bir rektörü görüyoruz. O siyasetçi de doçent ünvanlı eski bir akademisyen. Gel de anla! Gel de işin içinden çık!
Tuzun kokmasından daha ileri bir ölçü ve ahlak problemiyle karşı karşıyayız.
FACEBOOK YORUMLAR