Hz. İsa ile çobanın mağarada konuşması
Hz. İsa henüz çocuk iken doğduğu mağarayı görmek ister. Çocuk merakıyla mağaraya vardığında bir de ne görsün, ihtiyar bir çoban doğduğu mağarayı mesken tutmuş. Çoban Mağaraya gelen bu çocuğa sorar:
- Sen kimsin?
- Nasırsalı İsa’yım.
- Nasıralıysan burada işin ne?
- Nasırsalıyım ama ben burada doğmuşum. Dünyaya geldiğim yeri geri görmeye geldim.
-Nerede doğmuş olursan ol delikanlı, bu dünyaya ananın karnından çıkıp geldin ve oraya asla geri dönemezsin. Tıpkı akan nehri, esen rüzgârı geri döndüremediğin gibi.
Böyle konuşmalara alışık olmayan İsa, şaşkına döndü ve ne söyleyeceğini bilemedi. Bu arada çoban “ Yoksa evden biriyle mi kavga ettin de evden kaçtın?” diye sordu çoban. Bunun üzerine İsa: “ Seni ilgilendirmez” dedi. Çoban ise: “ Edepsizlik etme çocuk, tokadı yersin sonra, bu mağarada Tanrı bile duymaz bağırdığını.” İsa: “ Tanrı gözdür, kulaktır ve dildir, o her şeyi duyar ve görür. Duyduğu, gördüğü her şeyi söylemiyorsa sabrındandır” cevabını alınca çoban şaşkınlaşır, devamla:” Peki neden Tanrı’nın tek kulağı, tek gözü olduğunu söylüyorsun da bizlerin gibi iki gözü, iki kulağı olduğunu söylemiyorsun? İsa: “ Çünkü bir göz diğer gözü, bir kulak diğer kulağı aldatmaz, aldatamaz. Dile gelince burada sorun yok. Çünkü hepimiz tek dilliyiz. İnsanın dili çataldır. Biri doğru söyler, diğeri yalan. Tanrı ise yalan söylemez” diye noktalar.
İsa ile çobanın konuşmasında iki nokta çok dikkatimi çekti. Doğan bebeği nasıl tekrar ana karnına koyamıyorsak, doğan her bebeğin de yaşlanmasını önleyemiyoruz. Akan nehrin denizde durulması gibi, akan insan ömrü de kabir denizinde durgunlaşıyor. Hanlara hamamlara, villalara sığmayan insana iki metre kare çukur fazla bile geliyor. Yavuz Sultan Selim’de olduğu gibi. Bir gün Yavuz Sultan Selim’in eline dünya küresi vermişler. Küreyi eli ile çevirdiğinde bir de bakar ki dünyanın dörtte üçü su, dörtte biri de kara. Rahmetli “ dünya bir padişaha yetmeyecek kadar azmış” der. Ama koskoca cihan padişahına iki metre kare toprak fazla bile geldi.
Nedense çoğu insan fani bir varlık olduğunu, Allah tarafından yaratıldığını ve tekrar ona döneceğini bilmesi ve dönenleri de görmesine rağmen sanki “ Allah yokmuş” gibi hayatını yaşamaya devam etmektedir.. Allah’ın “ Sabır” ismine sığınarak elinde serveti, kudreti, şöhreti varken kendini tanrılaştırarak hiç kimseye ihtiyacı olmadığını sanıyor. Tarih ve kabirler nice servet, kudret, şöhret sahiplerinin enkazıyla doludur. Yakın tarihten iki misalle konuyu müşahhaslaştırmak istiyorum. 1965 yılının dünyanın en büyük zengini Yunanlı Armatör Onasis’in kızının 2013 de Yunanistan’da çöplüklerden karnını doyurduğunu basında gördük. Yine burnundan kıl aldırmayan mağrur, ülkemizin en şöhretli türkücüsünün şu sıralar hiç adını sanını duyan var mı? Ama buna rağmen insan, Allah’ın verdiği nimetlerle her ne kadar şımarsa da manen kendini kusurlu olduğunu, günahkar olduğunu şuur altında hisseder.
Dikkat ederseniz insanlar olağanüstü bir sıkıntı ile karşılaştığında, dara düştüğünde anasından, babasından dostlarından yardım isteyeceği yerde Allah’a yönelir ve ilk ağzından çıkan söz de :“ Allah’ım ne olur yardım et” veya “ Allah’ım ben ne yaptım ki bana bu felaketi verdin” gibi sözlerle yakınır. Yapıp ta “unuttum” sandığı kusurları ve günahları şuur altındadır. Kusurlar ve günahlar depreşerek pişmanlık içinde hemen şuur üstüne çıkar, pişmanlık içinde Allah’tan avf ve mağfiret diler. En sade insandan en elit insana kadar böyle anlarda tövbe teklif edildiğinde hiç kimse benin tövbeye ihtiyacım yok deyip reddetmez. Hemen otomatikman elini kaldırır ve yapılan tövbeye “ ÂMİN” diyerek katılır. Kim olursa olsun, nerede olursa olsun, ne iş yaparsa yapsın, her insan günahkârdır, kusurludur, Çünkü kusur ve günah insandan, insan da günahtan ayrılmaz. İnsan gümüş para gibidir, çevir arkasını günahını ve kusurunu göreceksin. Onun için insan kusurunu bildiği için zor anlarında hiçbir insanın tövbeye itirazı olmaz. Çünkü Allah’ın değer verip dünyaya getirdiği insan, yine Allah’ın verdiği servet, kudret, şöhret ve şehvet gibi insanın haz duyacağı nimetlerle şımarır, zaman zaman da Allah’ı unutarak yaşama gafletine düşer. (59/HAŞR-19: Allah’ı unutan; bu yüzden (Allah’ın da) onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın! İşte onlar, fâsıkların ta kendileridir!)
Hele bir de Allah’ı unutup ve Allah’ın da kendisini unutturduğu kimseler olursak. Ben zaman zaman öğrencilere “ Yavrum bir arkadaşınız var ki siz onu seviyorsunuz, arıyorsunuz hal ve hatırını soruyorsunuz, teneffüslerde gerekli ikramlarda bulunuyorsunuz. Ama o ise sizi ne arıyor ne de teneffüslerde yaptığınız ikramların karşılığında size teşekkür ediyor. Bu arkadaşınızı bir daha arar mısınız, sorar mısınız?” dediğim de öğrenciler “ Beni aramayanı ben niye arayayım” diye cevaplıyorlar. Biz de Rabbimizi iyi ve güzel günlerimizde arayalım ki Rabbimiz de bizi sıkıntılı günlerimizde bize yardımını ihsan etsin.
Bütün ilahi kitaplarda Rabbimizin yarattığı melekler dur durak bilmeden Rabbimizi tespih ettiğini söylüyor. İnsanlar ya bunları hiç yapmıyor veya bunu yalnızca zora düştüklerinde veya dini merasimler sırasında yapıyor ise bu tür bir tövbeyi insanlar kendi vicdanında sorgulamalıdırlar. Çünkü Cenab-ı Hak BAKARA-152: “ Öyleyse yalnız beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin.” buyuruyor.
Biz, iyi ve sağlıklı günlerimizde şeytana değil de, Rabbimizi analım ona kul olalım ki Allah da sıkıntılı günlerimizde bizi ansın. Ahrette de kulum diye bize sahip çıksın.